18 Mart’ı, Çanakkale’yi Anlamak veya Yüzyıl Sonra Hâlâ Anlayamamak





Bir toplumda geçmişin nasıl sunulduğu, anlatıldığı, nasıl tarihleştirildiğiyle o toplumda ne tür bir dilin hâkim olacağı arasında yakın bir ilişki vardır. Verilenin içeriği kadar, verilme tarzı da son derece önemlidir. Tarihin önemli işlevlerinden biri bir toplumun nasıl bir dil kullanacağını,  nasıl bir dille konuşacağını belirlemektir. Bu dil barışçıl olabileceği kadar savaşı çağıran, yüceleştiren, hatta kutsallaştıran bir dil de olabilir.  

Anmalar, kutlamalar, ne tür bir dilin seçildiğine, tarihin nasıl bir tarzda verildiğine dair en önemli göstergelerden biridir. Çanakkale Savaşı anma ve/veya kutlamaları bu anlamda çok önemli bir örnektir.  Bu savaş,  Osmanlı’nın son yıllarında yapılmış çok büyük bir hatanın, Birinci Dünya Savaşı’nın ya da o günkü dille Büyük Savaş’a, Cihan Harbi’ne dâhil olmanın getirdiği insan kıyımının, bu gayet yüksek bedelin hatırlandığı, zihinlere kazınmaya çalışıldığı bir anma yerine, sadece sorgusuz sualsiz fedakârlığın, ölüme koşmanın yüceleştirildiği bir zafer kutlaması şekline dönüştürülmüştür.   

18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi gerçekleştiği sırada elbette tartışmasız bir zaferdi. Tüm zorluklara rağmen düşman donanması durdurulmuş, Çanakkale’den geçerek Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a ulaşması önlenmişti. Bu açıdan bakıldığında ve kendimizi savaş dönemiyle sınırlı tuttuğumuzda, Çanakkale Deniz Savaşı kesin bir zaferdir. Ama diğer yandan, Çanakkale Zaferini daha geniş bir bağlama yerleştirdiğimizde, Cihan Harbi, yani Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları açısından baktığımızda, aslında bir zafer değildir. O savaştan sağ olarak dönmüş bir askerin 1918 yılında gurur duyacağı bir zafer değildir. Çünkü 1918 yılında Dünya Harbinin bitmesiyle birlikte Çanakkale’de durdurulmuş düşman, yine Çanakkale’den geçerek Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un önüne demirlemiş ve İstanbul’u işgal etmişti. Henüz ufukta milli mücadele de olmadığı için görünürde kazandık denebilecek bir şey yoktu. Ve eğer Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordusu Sakarya’da durdurulmasaydı, yani Yunan ordusu savaşı kazansaydı, İstanbul muhtemelen tamamen kaybedilecekti. Yani 1918 yılında Çanakkale  geçilemez ifadesinin hiçbir anlamı yoktu. Çünkü geçilmişti ve durum hiç de iyi gözükmüyordu.

Bugün Çanakkale Savaşı çok farklı bir bağlama oturtulmuş, çok farklı bir tarihin parçası olmuştur. Çanakkale’nin sonunda geçilmiş olduğu kimsenin hatırında değildir. Çanakkale emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nın bir başlangıcı olarak kabul edilmektedir artık.

Çanakkale Savaşı elbette bir kahramanlık destanıdır. Kendisinden çok daha güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalmış bir ordu, insanlardan oluşan bir ordu büyük bir fedakârlık örneği göstererek düşman donanmasını durdurmuş ve ardından düşman kara savaşını tercih ettiğinde burada da büyük bir bedel karşılığında düşmanı bir kez daha durdurmuştur.

İnsanlardan oluşan bir ordu yazdım. Çünkü çoğu kez bu ayrıntıyı unutuyoruz, bir türlü telaffuz edemiyoruz. Burada kendilerini feda etmiş olanların, hayatlarına bir süre veya tamamen ara vermek zorunda kalmış, zorunda bırakılmış insanlar olduğunu unutuyoruz. Orduyla başlayıp şehitle bitiriyoruz, bir türlü insan diyemiyoruz, böyle bir dille konuşamıyoruz. İnsan olduklarını ancak Çanakkale’de savaşa verilen aralarda iki tarafın askerlerinin büyük bir psikolojik açmaz içinde birbirleriyle kurmaya giriştikleri insani ilişkilerde hatırlıyoruz ama burada da hiç de uygun olmayan bir romantikleştirmeye gidiyor, bu savaşı dünyanın son centilmen savaşı gibi deyimlerle ifadelendiriyoruz.

Çanakkale’nin en kanlı muharebelerinden Kanlı Sırt veya Anzak kuvvetlerinin adlandırdığı şekliyle Lone Pine muharebesinde üç gün boyunca 300 metrelik hatta 150 metre için Osmanlı tarafı 7000 Anzak tarafı 2000 kayıp vermişti. Üç günlük muharebeden sonra siperleri ele geçiren bir Anzak yüzbaşısı durumu şu sözlerle ifade edecekti: “Siperlerde o kadar çok ölü vardı ki, gösterebildiğimiz tek saygı başlarına basmamaya çalışarak yürümek olabilmişti.” Çarpışmalar göğüs göğseydi. Yine bir Anzak tanıklığına göre, siperin bir köşesinde sekiz Türk, altı Avustralya ölü bulunmuştu. Hiçbiri sağ çıkmamıştı. On dört genç insan vahşice bir şekilde son adama kadar kıyasıya dövüşmüştü. Centilmen savaş buydu.

Neden hayatlarının bir evresinde, erken bir evresinde bu genç insanlar bu derece vahşileşmeye zorlanmıştı? Verilen aralarda birbirlerine verdikleri sigaralar, kahveler aslında bir haykırıştan başka bir şey olamazdı. Belki bir saat sonra birbirlerini boğazlayacak bu insanlar anlaşılan bu şekilde bu vahşet içinde insan olduklarını hatırlamaya çalışmıştı. Çok kısa bir süre için başka bir yerde olmak, bu cehennemden uzaklaşmak istemişlerdi muhtemelen. Ama maalesef yüz yıl sonra dahi bunu hâlâ göremiyoruz. Vatan toprağı için şehit olmuşlardı. Evet. Ama vatan toprağını neden savunmak zorunda kalmışlardı? Ne için? Meselenin bu kısmını sürekli atlayarak sadece kahramanlık kısmında yoğunlaşıyoruz. Evet, zamanı geldiğinde, gereken kahramanlık, çoğu için son nefeslerini vermek anlamına gelmiş olan kahramanlık gösterilmişti. Bundan hiç kimse kuşku duyamaz. Ama bu kahramanlığı göstermeleri şart mıydı? Osmanlı’nın bu savaşta olması gerekiyor muydu? İşte bu son derece önemli soruyu sormuyoruz; sormaktan kaçıyoruz.

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü, “dış güçlerin”, yani emperyalistlerin saldırısı karşısında masum ve mağdur bir şekilde kendini savunması şeklinde ifade edersek ve Kurtuluş Savaşı’nı da bu haksızlığa karşı direnişin ikinci perdesi olarak görürsek, elbette bu kahramanlığın, bu büyük özverinin gerekli olduğu düşünülecektir, düşünülmelidir. Ama tarihsel gerçekler bu noktada çok daha farklı bir tabloya işaret etmektedir.

Bu tabloda resmi tarihin bile tarihle ilgili genel toplumsal unutkanlığımıza veya tarihi sorgulamama ısrarımıza rağmen saklayamadığı ama yine de görmezden geldiğimiz önemli bir ayrıntı söz konusudur: Hiç kimse Osmanlı’ya saldırmamıştır. Saldırgan olan Osmanlı’dır. Savaşa isteyerek girmiştir. Söz konusu olan bir savunma savaşı, vatanın saldırgan emperyalistlere karşı savunulması değildir. Ancak saldırılan düşmanlar fazla dişli çıkınca vatanı her türlü fedakârlığı yaparak koruma zorunluluğu belirmiş ve bu amaçla binlerce genç düşman mermilerinin önüne sürülmüştür.

Bu kadar insan hayatını, kısmen milliyetçilik de içeren saldırgan bir macera yüzünden kaybetmiştir. Kaybetmek zorunda değillerdi. Osmanlı son ana kadar tarafsızlığını koruyabilirdi. Ama bunun tam tersini yapmış, daha baştan itibaren bu büyük ve korkunç savaşın parçası olmak istemiştir. Çünkü kaybedilmiş topraklarını geri almak, eski topraklarına tekrar yayılmak ve hatta bunlara, kendi siyasi amaçları doğrultusunda yenilerini bile katmak istiyordu. Bu bir saldırgan güç profilidir. Yirminci yüzyıl bağlamında buna emperyalist de diyebiliriz. Ta kendisidir. Mağdur Osmanlı, Türk resmi tarihinin en büyük çarpıtmalarından biridir. Birinci Dünya Savaşı o günün dünyasını yeniden paylaşmak isteyen saldırganlar arasında bir savaştan başka bir şey değildir ve Osmanlı da bu paylaşımda kendisine pay çıkartmayı uman saldırganlardan birisi olmayı seçmiştir, istemiştir.

Günümüzün Çanakkale kutlama ve anmaları bu gerçeği çarpıtmaktadır. Hâlâ coşkuyla kutlanan bir zafer yaratarak, birincisi, bu gerçekle yüzleşme önlenmekte, ikincisi bu zaferin ardındaki zihniyet haklı gösterilmektedirler. Tarih kitapları Osmanlı’nın bu savaşa kendi rızasıyla girdiğini saklamamaktadır. Buna rağmen bir nihai fedakârlık destanı kurgusuna inanılmaktadır. Savaş, şiddet, gencecik insanların hayatlarının baharında bu şekilde ölüme gönderilmiş olması eleştirilmemektedir. Eğer bir anma yapılacaksa, bu anma, bundan yüz yıl önce ne kadar büyük bir hatanın işlenmiş olduğundan yola çıkarak yüz binlerce insanın hayatlarının bu şekilde ziyan edilmesinin yanlışlığının ve bunun bir daha tekrarlanmaması gerektiğinin anlaşılmasına yol açacak bir anmaya, bir yas tutmaya dönüştürülmelidir. Bu tür “zaferler” aslında insan kıyımı, insan ziyankârlığıdır.

Osmanlı kendi saldırgan politikası doğrultusunda diğerlerine saldırmıştır ve diğer saldırganlar da kendi saldırgan politikaları doğrultusunda karşı saldırıya geçmiştir. Osmanlı İttihatçı kadroları insanların hayatlarıyla bir kumar oynamış ve kaybetmiştir. Osmanlı ordusunun bu savaştan pek başarılı çıkamayacağı anlaşılınca da, o günün diliyle mağdur-Osmanlı-emperyalist-düşmanlara-karşı söylemi harekete geçirilmiştir. Bu söylem bugün hâlâ sürdürülmektedir. Emperyalistlerin Osmanlı topraklarını paylaşmak gibi bir arzuları olduğu ve bu yüzden Osmanlı’nın savaşa girmek zorunda kaldığı gibi saçma bir söylem geliştirilmiştir. Elbette böyle bir arzu vardı ama geçmişe dürüstçe yaklaşan her araştırmacının farkına varacağı gibi Birinci Dünya Harbi bittiğinde savaşan tarafların hiçbirinin savaşacak hali kalmamıştı. Tarafsızlığını korumuş bir Osmanlı’ya hiçbirinin saldıracak hali olmayacaktı. Sonuçta çok daha güçsüz ve yorgun Milli Mücadele’ye bile karşı duramadıklarını biliyoruz. Tüm o şehitler aslında yaşayabilirdi. Ne pahasına olursa olsun barış demeli, savaşa dahil olunmamalıydı.

Söz konusu olan, emperyalistliğe özenmiş bir devletin savaş alanında iflasıydı. Çanakkale Savaşı, savaşların ve özellikle de bu tür maceraların ve saldırgan politikaların lanetlendiği, şehitliğin değil, insan yaşamının, yaşamanın değerinin öne çıkartıldığı bir anmaya dönüştürülmelidir. Her şeyden önce farklı bir tarih dili geliştirilmeli, kullanılan kavramlar ve söylemler eleştiri süzgecinden geçirilmelidir. Ancak bu şekilde Çanakkale Savaşı, o tarifsiz insan kıyımı, kaybı ve ziyanı, tarihte hak ettiği yeri alacaktır. Daha da önemlisi bir ulusun kendisini bulmasında, travmasıyla yüz yüze gelmesinde oynaması gereken rolü oynamaya başlayacaktır.

Yorumlar